“Drakula” Oyunu: İyilik, Kötülük ve Ölümsüzlük Üzerine Felsefi Bir Yolculuk
Okan Bayülgen’in yazıp yönettiği ve başrolünde yer aldığı “Drakula”, Bram Stoker’ın klasik eserinden ilham alarak iyilik, kötülük ve ölümsüzlük temalarını yeniden ele alıyor. Felsefi derinliği, çarpıcı prodüksiyon detayları ve tarihi figürlere yaptığı göndermelerle, oyun izleyicilere sıradan bir tiyatro deneyiminden çok daha fazlasını sunuyor.
Trende Başlayan Bir Hikâye
Oyun, 1973 yılının son gününde bir tren yolculuğu ile başlıyor. İzleyiciler, koltuklarının trenin bir parçası olarak tasarlandığı bu deneyimde, hikâyeye fiziksel olarak dahil oluyor. Tren, Drakula’nın şatosuna doğru ilerlerken, ünlü vampir avcısı Van Helsing (Hayko Cepkin), Mina (Gizem Erdem), Jonathan (Devrim Özder Akın) ve Lucy (Cüneyt Üstün), Drakula’yı görmek için bu yolculuğa çıkıyor.
Bayülgen’in modern yorumunda, karakterler artık vampirleşmiş durumda. Van Helsing, Drakula’yı sorgularken, seyirciye adalet, insanlık ve ölümsüzlük kavramlarını sorgulatan bir dizi soruyla karşı karşıya kalıyor.
Felsefi Bir Zemin Üzerinde Tiyatro
Bayülgen, “Drakula” oyununda felsefi bir temel inşa ediyor. Oyun, iyilik ve kötülük arasındaki bulanık çizgiyi, adalet ve ahlaki değerler üzerinden sorguluyor. Van Helsing’in Drakula’ya karşı mücadelesi, sadece fiziksel bir savaş değil, aynı zamanda inanç ve bilimin çatışmasını da yansıtıyor.
Drakula’nın ölümsüzlük arayışı ile Van Helsing’in ölümlülüğü anlamlandırma çabası, oyunun ana eksenlerinden biri. Bayülgen, bu iki karakterin mutsuzluklarını ve içsel çatışmalarını izleyiciye aktarırken, asıl canavarın kim olduğu sorusunu yöneltiyor.
Görsel Zenginlik ve İkonik Detaylar
Prodüksiyon, etkileyici görseller ve canlı müzikle izleyiciyi büyülüyor. 1970’lerin ikonik şarkılarının canlı çalındığı orkestrada, Ahmet Güvenç, Uraz Kıvaner, Ayhan Öztoplu, Sertan Küley ve Murat Tükenmez gibi usta isimler yer alıyor. Sahnedeki sol ekranlarda yer alan canlandırmalar, hikâyeyi zenginleştirirken geçmiş ve şimdi arasında görsel bir köprü kuruyor.
Şatodaki zombi otomatlar, oyunun sembolik unsurlarından biri olarak dikkat çekiyor. Günlük yaşamın mekanikleşmesine göndermede bulunan bu figürler, Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya” romanına atıfta bulunarak izleyicilere tektipleşme ve bireysellik üzerine düşünme fırsatı sunuyor.
Tarih ve Edebiyatla İç İçe
Oyun, Caravaggio’dan Johann Sebastian Bach’a, Emily Gerard’dan Otmar Von Verschuer’e kadar pek çok tarihi ve edebi figüre yer veriyor. Bu isimler, hikâyenin felsefi boyutunu güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda karakterlerin motivasyonlarına ve dünyalarına derinlik katıyor.
Van Helsing karakteri, Hollywood’daki geleneksel vampir avcısı imajının ötesine geçerek bilim, din ve ahlak arasında bir denge kurmaya çalışıyor. Drakula ise, ölümsüzlük arzusuyla insanlığın anlamını sorgulayan bir figür olarak karşımıza çıkıyor.
İzleyiciye Felsefi Bir Davet
“Drakula”, yalnızca bir tiyatro oyunu değil, aynı zamanda derinlemesine düşünmeyi ve sorgulamayı teşvik eden bir felsefi yolculuk. Bayülgen’in yaratıcı dokunuşları, tarihi ve edebi temaları harmanlayarak izleyiciye unutulmaz bir deneyim sunuyor. Oyunun sonunda, iyilik ve kötülüğün ne anlama geldiği ve asıl canavarın kim olduğu soruları, seyircinin zihinlerinde yankılanıyor.