The Monster of Florence: Bir Canavarın Anatomisi

Netflix’in The Monster of Florence dizisi, çözülmemiş cinayetleri merkeze alıyor ancak Stefano Sollima’nın anlatımı, gizem kadar kararsız.

Netflix, izleyicisini bu kez İtalya’nın en karanlık dosyasına davet ediyor.
The Monster of Florence, 1960’ların sonu ile 1980’lerin ortasında işlenen ve hâlâ faili bulunamayan cinayetleri ele alıyor.
16 kişinin ölümüne neden olan bu gizemli katil, “İtalya’nın Zodyak’ı” olarak da biliniyor.

Dizinin yönetmen koltuğunda Stefano Sollima oturuyor. “Suburra” ve “Sicario: Day of the Soldado” gibi yapımlardan tanıdığımız Sollima, bu kez polisiye gerilim yerine soğuk, belgeselvari bir anlatı tercih ediyor.
Ancak izleyici, dört bölümlük bu mini dizide hem cinayetlerin hem de karakterlerin merkezsiz kaldığını hissediyor.

Sardunya İzinde: Cinayet Zinciri

Dizi, “Sardunya izi” olarak bilinen soruşturma hattını temel alıyor.
1974’te öldürülen Pasquale Gentilcore ve Stefania Pettini çiftiyle başlayan cinayetler, yıllar sonra başka kurbanlarla bağlantılandırılıyor.
Balistik raporlar, aynı silahın 1968’deki Antonio Lo Biano – Barbara Locci cinayetinde de kullanıldığını ortaya çıkarıyor.

Locci’nin eşi Stefano Mele ilk şüpheli olarak hapse giriyor.
Ancak sonraki cinayetler, Mele hapisteyken gerçekleşiyor.
Bu durumda ya biri Mele’nin silahını kullanıyor ya da tüm teori yanlış.

İşte Sollima burada, her bölümü farklı bir şüpheliye adayan bir yapı kuruyor:
Mele, Locci’nin sevgilisi Francesco Vinci, onun kardeşi Giovanni Mele ve son olarak Salvatore Vinci
Bu dört adamın her biri potansiyel “canavar” olarak işleniyor.

Kadınların Gölgesinde Bir Hikâye

Yönetmenin niyeti açık: “Canavar” yalnızca bir katil değil, aynı zamanda erkek şiddetinin simgesi.
Ancak dizi, bu fikri derinleştirmekte başarısız.
Özellikle Barbara Locci karakteri, hikâyenin merkezinde olmasına rağmen yetersiz biçimde temsil ediliyor.

Locci’yi yalnızca istismar edilen, suistimal edilen ve öldürülen bir kadın olarak görüyoruz.
Onun sesi, arzusu ya da geçmişi anlatının dışında kalıyor.
Bu da dizinin feminist okumasını zayıflatıyor.
Oysa potansiyel olarak kadın bedeni üzerinden şekillenen toplumsal şiddeti tartışabilecek bir fırsat vardı.

Polisiye Gerilimin Kayıp Nabzı

“The Monster of Florence”, bir Zodiac benzeri psikolojik gerilim olabilirdi.
Ancak Sollima, polisiye merak duygusunu sürdüremiyor.
Araştırmayı yürüten dedektiflerin hikâyesi yalnızca bölüm başlarında ve sonlarında kısa geçişlerle sunuluyor.
Ortada merkez karakter yok: Ne bir dedektifin bakış açısı, ne de kurbanlardan birinin sesi.

Bu da dizinin duygusal bağ kurmasını engelliyor.
Her şüpheli bir “canavar” olarak anlatılıyor ama kimse gerçekten anlaşılmıyor.
Gerçeklik ve kurgu arasındaki çizgi bulanık, ancak bu belirsizlik izleyiciyi değil, anlatıyı yoruyor.

Görsel Güç, Anlamsal Zayıflık

Dizi, İtalya’nın pastoral manzaralarını neredeyse bir korku dekoruna dönüştürüyor.
Yeşil tepelerin ardındaki huzur, her an ortaya çıkabilecek bir karanlığı gizliyor.
Ancak sinematografideki bu güç, anlatının dağınıklığını kurtarmaya yetmiyor.
Brian Tallerico’nun eleştirisinde belirttiği gibi: “Sollima ne anlatmak istediğine karar veremiyor.”

Dizi, son bölümde Pietro Pacciani isimli beşinci bir şüpheliye işaret ederek bitiyor — ama çözüm değil, yeni bir karmaşa yaratıyor.

Gerçekten Kim Canavar?

“The Monster of Florence”, form olarak etkileyici ama anlam olarak eksik bir yapım.
İzleyiciye korkudan çok, soru işareti bırakıyor.
Yönetmen, “Canavar kimdi?” sorusundan çok “Canavar kim olabilirdi?” demeyi tercih ediyor.
Belki de dizi, çözülmemiş bir cinayet serisinden ziyade insan doğasındaki karanlığı anlatmak istiyor.

Yine de sonuç şu:
Kamera güçlü, senaryo yönsüz.
Geriye yalnızca sessiz tepeler, boş yollar ve hâlâ yakalanmamış bir canavar kalıyor.

Haber Merkezi tarafından yazılan bu haberi beğendiyseniz bunları da beğenebilirsiniz