Yılmaz Erdoğan: “Bir Ülkede Kadın Mutlu ve Özgür Değilse Kimse Değildir”
Yılmaz Erdoğan, 20 yıl aradan sonra Kanal D’de yayımlanan “İnci Taneleri” dizisiyle ekrana dönüş yaptı. Dizinin başrollerini Hazar Ergüçlü ve Selma Ergeç ile paylaşan Erdoğan, izleyicilere büyük heyecan yaşatıyor. Hakan Gence ile bir araya gelen üçlü, dizinin ikinci sezonu öncesinde sıcak bir sohbet gerçekleştirdi. Röportajda dizinin hikâyesinden, karakterlerin derinliklerine kadar birçok konu ele alınırken, günümüz dünyasında dürüstlük, nezaket, aile ve mutluluk gibi kavramlar da masaya yatırıldı. Erdoğan, “Bu bir yalnızlık çağı, insanın aileye olan ihtiyacı hiç bu kadar fazla olmamıştı” diyerek, dizinin temel temalarını paylaştı.
****
En klasik soruyla başlayalım. Yeni sezonda ‘İnci Taneleri’nde bizi neler bekliyor?
Yılmaz Erdoğan: Bu sene işlerin karıştığı, daha tempolu, aksiyon ve gerilimin yoğunlaştığı bir sezon seyirciyi bekliyor.
◊ Şahane… Siz harika bir ekip oldunuz. Karakterler de oyuncularla özdeşleşti. Bu kadar nokta atışı seçimleri nasıl yaptınız?
Yılmaz Erdoğan: Cast (oyuncu seçimi) çalışması çok maceralı ve biraz da kaderseldir. Temel rollerin seçilmesinde ben çok belirleyici oldum. Sonra bütün karakterlerin hepsinin bu kadar isabetli olmasına da şaşırdım gerçekten. Bu bazı şanslı projelerin başına gelir. Bir süre sonra izlerken Dilber mi acaba Hazar’ı oynuyor diye düşündüm (gülüyor)!
◊ ‘İnci Taneleri’ sizi 20 yıl sonra yeniden ekrana döndüren bir proje. Neydi sizi yeniden televizyona ikna eden?
Yılmaz Erdoğan: Sinema sektörünün başına gelenler, dijitalin kendine göre tuhaflıkları ya da büyük seyirciyle arasındaki kopukluk televizyon konusunu yeniden düşündürdü bana. Büyük seyirciyle o bağı yeniden kurma isteği diyebilirim.
◊ Adım adım gidersek… Dizide, hikâyenin başında Azem karakteri cezaevinden çıkıyor ve toplumla yüzleşiyor; dürüstlüğü, nezaketi hatta saygıyı kaybetmiş insanlarla karşılaşıyor. Bunları yeniden bulmak için mücadele ediyor. Sizce bugün bunları bulmak, yakalamak kolay mı?
Selma Ergeç: Maslow piramidinin üst evrelerinde gezinen özellikler bunlar. Keşke… Ama piramidin altında gezinirken bu duyguları ayakta tutabilmek zor oluyor.
Hazar Ergüçlü: Artık başka şeyler ön planda. Bunlar günümüz şartlarında sanki gözetilmesi gereken şeyler değilmiş gibi. Başka fikirler, duygular ön planda, onları kovalıyoruz. O yüzden birine saygılı olmakla da pek ilgilenmiyoruz.
Yılmaz Erdoğan: Benim bu hikâyeyi yazarken temel motivasyonlarımdan biri şuydu; hayatımıza yaralı bir bilge uzaydan gelir gibi girerse ne olur ve bizi neyle yüzleştirir? Uzun çalan kapı zilinden selamını almayan adama kadar… Nezaketin bittiği bir çağ oldu. Nezaket, Azem’in kimliğinde bir yer arıyor. “Merhaba” dediği adam “Kime baktın kardeşim” diyor. Sokaktan bu nezaketi alırsan onun yerini şiddet doldurur.
‘Ne söylediğimiz önemli’
◊ Kullandığımız dilin, Türkçenin bozulması da Azem karakterini rahatsız ediyor…
Yılmaz Erdoğan: Evet, mesela artık her şeye “Aynen aynen” diye cevap veriliyor. Dildeki mesele teknik bir mesele değildir, anlamla ilgilidir. Dil bozulursa, düzelmezse her şey bozulur. Dil yaşamın mayasını oluşturur. Kelimeler önemlidir. Tıpkı ne yediğimiz gibi ne söylediğimizin çok önemi vardır. Azem de bize sürekli bunu hatırlatıyor hatta artık yoruldu, düzeltmiyor.
◊ Ama Azem’in kelimeleri bu kadar düzeltmesine bazen izlerken kızıyoruz. Çünkü hayatın içinde hiçbirimiz o kadar düzgün konuşmuyoruz.
Yılmaz Erdoğan: Zaten bütün amacım bu rahatsızlığı vermekti.
◊ Peki, normal hayatınızda Azem gibi dil hatalarını sürekli düzeltir misiniz?
Yılmaz Erdoğan: Azem benim oynadığım bir rol ama ortak noktamız hocalık olduğu için… Hocalık hastalığıdır bu, düzeltir.
Selma Ergeç: Ama bunu o kadar tatlı ve zarif bir yerden yapıyor ki… Kendini de çok düzeltiyor. Sonuçta senaryoyu Yılmaz yazıyor ama sette sürekli senaryoya bakıp nasıl daha iyi olabilir, nasıl iyileştirebilirim diyor. Üstelik üzerinde kaç gün çalıştığı halde… Ve ısrarla da tek başına yazıyor.
◊ Evet, ekibiniz olmadan, haftada en az 100 sayfa yazıyormuşsunuz. Bu delilik değil mi?
Yılmaz Erdoğan: Evet, delilik ama başka çarem yok. Kendi üslubumda yazdığım için burayı alın siz yazın desem, o bölüm zor yetişir. Ben oldum olası hep tek başıma yazarım.
‘Çoksa yoktur, yoksa çoktur’
◊ ‘İnci Taneleri’nde inciler bir ailenin dağılan parçalarını temsil ediyor ve çok güçlü bir aile hikâyesi sunuyor. Sizin için aile ne demek?
Yılmaz Erdoğan: Bu çağın en çok zedelediği kavram aile.
◊ Neden?
Yılmaz Erdoğan: Bir şekilde hepimizin doğarak mahkûm olduğu, sonra da ne yapacağımızı bilemediğimiz bir mesele bu. Toplumsal olarak insanlar arasındaki bağların pamuk ipliğine bağlı olduğunu görüyorum. Zaten ‘İnci Taneleri’nin de esas teması o. Sadece aile olarak düşünmeyelim, ilişkiler artık zor kurduğumuz ama çok kolay kopardığımız şeyler. Kankalık bile sevgililik gibi oldu, dönemsel yaşanıyor.
◊ Her şeyin dönemsel yaşandığı bu çağı nasıl tanımlarsınız?
Yılmaz Erdoğan: Bu bir yalnızlık çağı. Sosyal medya, teknolojik gelişmeler gibi şeylerin de insanı yalnızlaştırdığını düşünüyorum. İlişkilere dikkat ederseniz hepsinde bir pürüz, akmayan bir şey var. Kendi hayatlarımızda da öyle. Bu durumda aile kavramına ne olursa olsun çok büyük ihtiyaç var. İnsanı yalnızlıktan kurtaran tek şey sağlam bir aile bağı. Onu da korumak çok zor.
Hazar Ergüçlü: Muhteşem cevap, bununla çıtayı çok yükselttin. Herkesin ana meselelerinden biri aile. Benim için aile bir sığınak demek ve kendim olabileceğim bir yer, öyle olmasına da gayret ediyorum.
Selma Ergeç: İçine doğduğun ailen var, bir de seçtiğin ailen var. Ben ikisi konusunda da şanslıyım.
◊ Mesela bahsettiğiniz yalnızlık çağında Piraye karakteri varlık içinde ruhsal yokluk yaşıyor. Maddiyat her şeyi çözmüyor…
Yılmaz Erdoğan: Hayatta şöyle bir kanun var; çoksa yoktur, yoksa çoktur. Yani, çoksa değer kaybolur gider, yoksa en küçük şey değer kazanır. İkisinin de sorunları vardır, o yüzdendir ki para mutluluk getirmez klişesi buradan doğmuştur. Tabii bu kadar basit değil, burada anlattığımız şey sosyal sınıflar arasında da bir kurander hikâyesi. Hepimiz bir şeyi arıyoruz ama çoğu zaman neyi aradığımızı bile unuttuk. Mutluluk diye bir kelimenin peşindeyiz de aslında. O neydi, nerelerde bulunuyordu, pazarları açık mıydı? Onu bile bilmiyoruz.
◊ “Mutluluk denen kelimenin peşindeyiz” dediniz. Sosyal medyaya bakınca herkes mutlu gibi, ben de öyle olmalıyım duygusu gelmiyor mu?
Yılmaz Erdoğan: Dünya bir kıyamete doğru hızlı bir şekilde gidiyor. Ben hayatımda hiç “Mutlu muyum yoksa değil miyim” cümlesini kullanmam. Çünkü buna çok pesimist bir yorum da yapılabilir ki bence gemi batıyor, çok az kaldı, ortada keman çalmak lazım diye oynaşıyoruz. Çünkü iyi düşünen biri bu kadar sorumsuzca mutluyum diyemez dünyada olanlara bakınca.
‘Pavyonla ilgili çekilmiş bütün materyalleri izledim’
◊ Hazar sen Dilber’i nasıl bu kadar ete kemiğe büründürdün?
Hazar Ergüçlü: Gelen metin çok iyiydi, notalar oradaydı. Ben de o notaları aldım, bende uyandırdığı hisse bütünüyle sahip çıkıp onu yansıtmaya ve benimle metin arasındaki uçurumu daraltmaya çalıştım. Aslında üstüne ekleyeceğim çok bir şey de yoktu, gördüğüm gerçeğe en yakın karakterlerden biriydi… Her şey ortadaydı. Ayrıca pavyonla ilgili çekilmiş kayıt altında olan bütün materyalleri izledim. Dans eden tüm kızları tanıyor, biliyorum. O insanlara çok teşekkür ederim. Dilber’in edalarını, tavırlarını, her şeyini oradan izledim ve gördüm.
◊ Selma senin canlandırdığın Piraye karakteri de bir yandan soğuk ama bir yandan kırılgan ve gerçek… Sen onu nasıl oluşturdun?
Selma Ergeç: Profesyonel hayatında başarılı ama özel hayatında çok mutlu olmayan zengin bir işkadını. Böyle karakterler daha önce okumuştum ama ilk kez bu kadar katmanlı ele alındığını gördüm. Kocam “İlk kez senin bir şeye bu kadar hızlı karar verdiğini gördüm” dedi. Karakterin o soğukluğu ve o sosyetik edasının yanında müthiş muzip bir yanı da var. Çok sevdim Piraye’yi.
‘Seyredilsin diye bir şey yapıyorum ama o kaygıyla yazmıyorum’
◊ Hikâyede Azem’e âşık olan çok güzel iki kadın var. Sosyal medyada kendinize torpil geçtiğiniz, iki güzel kadını kendinize âşık olarak yazdığınız söylendi…
Yılmaz Erdoğan: Sosyal medya bilgelerine derin analiz için teşekkürler. Yazar Yılmaz Erdoğan’la oyuncu olan arasında hiçbir ilişki yoktur. Hatta ben önce hikâyeyi yazdım, sonra bunu kim oynasın diye düşündük. Yoksa kendine yazmış falan, cahilce yorumlar. Rolü başkası oynasa, o zaman “Yılmaz Erdoğan’a bak, filancaya bir rol yazmış, herkes ona âşık oluyor” diyeceklerdi. Bir de burada karakterlerin sevdikleri şey Azem’in kendi değil, içindeki bilge.
◊ Reyting kaygınız var mı?
Yılmaz Erdoğan: Zaman zaman vahşileşen rekabette reytingi umursamamak diye bir şey olmaz. Elbette ben de seyredilsin diye bir şey yapıyorum ama o kaygıyla yazmıyorum.
‘Bir ülkede kadın mutlu değilse kimse değildir’
◊ Yıllardır birçok sevilen kadın karakter yazdınız. Kadınları bu kadar anlayıp tanımanın sırrı ne?
Yılmaz Erdoğan: Doğrusu bir sürü şey ezberimde. 6 teyzem var, onların arasında büyümüşüm. Kadınları tanıyacak kadar vakit geçirdim. Bir de onları yazmayı sevmek var. Kadınları daha şaşırtıcı, renkli, eğlenceli ve detaycı buluyorum. Bir de her yazarın yazmasını sağlayan temel bir önermesi vardır. Ben diyorum ki bir ülkede ya da dünyada kadın mutlu değilse kimse değildir. Kadın özgür değilse kimse özgür değildir. Çünkü bahsettiğimiz şey türlerden bir tür değil, hepimizi doğuran, en yetenekli canlı.
‘Havuza hapsedilen yunus da gülüyor hissi veriyor ama…’
◊ Dizide tabii es geçemeyeceğimiz konulardan biri pavyon. Geçen yıl üzerine çok konuşuldu… Siz hiç pavyona gitmiş miydiniz?
Yılmaz Erdoğan: 1985’te, İstanbul’a ilk geldiğim yıl gitmiştim. Belki de pavyonun öyküye girmesinin sebebi bu bile olabilir.
◊ O dünyayı nasıl bu kadar gerçekçi oluşturdunuz?
Yılmaz Erdoğan: Gözlem için aylarca pavyona falan gitmedim Hakan. Bu çağın ve sosyal medyanın olumsuz yanlarını söylüyoruz ama bir yazar için müthiş bir tarafı da
var. Hiçbir yere gitmeden, doğru videoları seçerek YouTube’dan her şeyi analiz edebilirsin. Mesela ben o videolar içinde “Şimdi Dilber türküsü” dediğimiz şarkıyı, Sincanlı Erkal’ı ve bir sürü şeyi buldum. İki yıl sürdü şarkıları incelemem.
◊ İşin bu kısmının bu kadar patlayacağını düşünmüş müydünüz?
Yılmaz Erdoğan: Önce 11 bölü-
mü yazdım. Sonra meşhur Dilber dansı tanıtımını çektik. Ben Erkal’a dedim ki “Dilber’e biraz bulaş o sahnede”. O da “Dilber evin barkın yok mu” dedi, hiç hesapta olmadan Hazar da mikrofonsuz “Yok” diye bağırdı. Benim senaryoda üçüncü bölümde Dilber’i eve taşımıştım oysa. O doğaçlama kısmı beni mahvetti. Bin sayfayı yeniden yazdım Hakan.
◊ Harika hikâyeymiş. Üzerinde uzun süre çalıştığınız bir işin ilk başlarda pavyon sahneleriyle bu kadar konuşulmasından rahatsız oldunuz mu peki?
Yılmaz Erdoğan: Evsiz barksızlığını hesap etmedim ama bunu hesap etmiştim. Bu çağda her konuşulan sesi duyuyoruz. Eskiden konuşuluyordu da ulaşmıyordu. Bu yaygara atmosferi bu yüzden oluştu. O yüzden o kadar ciddiye almıyorum çok konuşulma meselesini. Mesela dört çok kararlı kişi, sabahtan akşama mesaj atıp istediği şeyi manipüle edebilir. Ben toplumun nabzını doğduğumdan beri tutmayı bilirim, bizimkileri tanırım, bunun için sosyal medyaya ihtiyacım yok.
Hazar Ergüçlü: Bir de o dönem Dilber karakteri, pavyon kadını olmaya özendiriyor mu eleştirisi gelmişti…
◊ Ben de tam onu soracaktım…
Hazar Ergüçlü: Ben Dilber’in gerçekten özenilecek bir hayatı olduğunu düşünmüyorum. O kadın, o sahnede kendini oranın starı olarak görüyor, kendini beğeniyor. Ama oradan çıkıyor, bir evi yok, otelde yaşıyor, çocuğuna başka bir isimle sesleniyor, yalnız. Öyle karmaşık bir yapı. Ben burada özenilecek hiçbir taraf görmüyorum.
Yılmaz Erdoğan: Bir de Dilber asabı bozuldukça gülen bir karakter. O da şaşırtıyor.
Hazar Ergüçlü: Evet, neşelisin diye mutlusun sanıyorlar.
Yılmaz Erdoğan: Oysa yunuslar gibi… Bir havuza hapsedilen
yunus da gülüyor hissi veriyor ama aslında ağlıyor.
◊ Yılmaz Erdoğan’la çalışmayı nasıl anlatırsınız?
Hazar Ergüçlü: Hem işin sahibi hem senaristi olan kişiyle karşılıklı oynamak inanılmaz bir deneyim. Hele bu insan Yılmaz Erdoğan olunca bire bir oynarken müdahaleyi anında ediyor. 15 yılda çeşitli tecrübelerle öğrenebileceğim
bir şeyi iki kelimeyle öğretiyor.
◊ Yılmaz Erdoğan aynı zamanda bir öğretmen, işin sahibi… Oynarken gerilmiyor musunuz?
Hazar Ergüçlü: İlk başta heyecandan titriyordum, perişan oldum… Sonra alıştım. Bir de çok dikkatli, gözünden bir şey kaçmıyor.
Selma Ergeç: Her işe başladığımda ilk gün ellerim titrer. Bir baktım beş sayfalık sahne vardı. Yılmaz o kadar zarifti ki, çok rahatlattı beni.
◊ Peki, siz onlarla çalışmayı nasıl anlatırsınız?
Yılmaz Erdoğan: Kişinin kendisi nerede biter, oyunculuk nerede başlar meselesinin anahtarı insanın zekâsıdır. Her işte olduğu gibi daha zekiler daha iyi oyuncudurlar. Özellikle bu iki arkadaş çok zeki ve oyun zekâları çok iyi. İkisi de muazzam, alkışlamaktan başka söyleyebileceğim bir şey yok.
‘Af her şeyi aşk eder’
◊ Farklı sosyoekonomik sınıflardan ve kültürlerden insanlar izliyoruz. Toplumun her sınıfına dair bir hikâye anlatmak nasıl bir gözlem gerektiriyor?
Yılmaz Erdoğan: Toplumu gözlemek çok kullanılıyor, sanki bir otobüse binip, bakıp izlemek gibi. Bu öyle bir şey değil. Hayat iki düzlemden oluşur, gerçek ve hakikat. Bir şey yaparız ve bunun anlamı vardır. İyi senaryolarda iki metin üst üste yazılır. Üstmetin gördüğümüz şeydir, bir de altmetin vardır. Oradaki hakikati görenler yazıp oynar. Sanat orayla ilgilidir. Yoksa görmeyi bilmiyorsan bakmanın da faydası olmaz.
◊ ‘İnci Taneleri’nde kültür farkının aşkla ilişkisini de izliyoruz. Sizce aşk, kültür farkı tanır mı?
Hazar Ergüçlü: Tabii.
Yılmaz Erdoğan: Bazen kültürel farklar sorundur, bazen birbirine çeker. Giderek bireysel ya da
toplumsal olarak farklılıkların karakterleri belirlediği, birbirimize ulaşmaya çalıştıkça uzaklaştığımız bir dünyada yaşıyoruz.
◊ Peki, aşk her şeyi affeder mi?
Selma Ergeç: Şarkısı güzel Hakan.
Yılmaz Erdoğan: Bence af her şeyi aşk eder. Bağışlamak en iyi şeydir.