Ece Temelkuran: “Bir Kadın Gençliğine Şefkatli Davranmalı”
Zaman, insanı dönüştürürken onun içindeki derin soruları da büyütür.
İşte, eski dostum Ece’yle sohbetimiz tam da böyle bir zamana dokunuyor.
Bazen kelimeler şiir gibi aktı; bazen düşünceler çarpıcı gerçekliklerle yüzleşti, bazen de derin sessizliklerde sakince kayboldu.
Hayat, inanç, umut, toplumun çürüyen damarları ve insanın kendini bulma çabası üzerine derin bir muhasebe…
Onun sözcüklerinde, dünyanın sancılarına ve Türkiye’nin kırılma noktalarına dair çok daha fazlasını bulacaksınız.
Pazar Sohbetleri’nin bu haftaki konuğu Ece Temelkuran…
****
Çok kapalı bir hayatın var… Bu yeni bir şey değil, sen hep öyleydin ama… Biraz didiklemek istiyorum o kapalı hayatı ben şimdi 🙂 Neler yapıyorsun? Şu sıralar seni meşgul eden, ruhunu besleyenler ne? Aşk, heyecan, ilham… Kalbinde, hayatında neler olup bitiyor?
Cevap vermeden evvel iki şey söyleyeyim:
Bir: Seninle yeniden konuşmak ne güzel. Sesini duymak bana bir kere daha aynı soruyu sordurdu: İnsanları özlemek memleketi özlemek midir? Özlediklerin artık memlekette değilse memleket nedir? İki: Bence yeterince kapalı bir hayat yaşamıyorum☺
Kabalık sevmiyorum ben, korkuyorum belki. Dışarıdan olduğumdan daha sert, kudretli ve sarsılmaz görünüyorum ben. Hep öyle oldu. Ama biraz yakından tanıyanlar bilir, içeride tam tersiyim. Gündelik cinayetler dediğim kabalıktan ve sahtelikten inciniveririm hemen, yüzgöz olmayı samimiyet sananlardan derhal yorulurum. Böyle olunca da kapatıyorsun kendini doğal olarak.
O kapalı dünyada şu anda olan şey, kendime olmak istediğim insan olmuş olduğumu öğretmeye çalışıyorum. Hayat, şanslıyım herhalde, beni kendi sürümle tanıştırdı son yıllarda. Olduğundan daha akıllı, önemli görünmeye çalışmayan düşünürler, sanatçılar ve politika çalışanlar. Beni besleyen bu yeni dostluklar. Bir de sevgilimle onuncu yılımızı kutladık geçenlerde, İtalya’dan ödül aldığım bir gece. Şükür diyelim 🙂
Toplumlar Balon Gibi, Bomba Gibi Patlamaz, İçe Doğru Patlar ve Çürüyerek Yok Olur
Sen Brezilya’dan Hindistan’a, Venezuela’dan Arjantin’e ve elbette Ortadoğu’ya dünyanın son çeyrek asırda en önemli dönüşümlerinin yaşandığı yerlerde bizzat bulundun; oraları gözlemledin ve gerek makalelerinde gerekse kitaplarında tüm yaşananlanları anlattın. Zannederim Türkiye de büyük bir dönüşümün eşiğinde desek pek yanlış olmaz. Şimdi soruma gelelim… Nedir ülkemizdeki bu çalkantının sosyolojik kodları, nasıl başladı, nereye doğru evriliyor? Ve hemen buna mukabil sorayım; geleceğe dair umudunu muhafaza ediyor musun?
Senin de aslında bildiğin gibi bu dönüşüm AKP ile başlamadı, 1980’de başladı. Bugünkü çamuru o seller getirdi. Sen bir ülkenin yetiştirdiği en güzel insanları, iki nesil boyunca kökünden kesersen, elde bunlar kalır: Eleğin üstündeki kaba taşlar.
Ülkenin çimentosunu elli yıl boyunca bozarsan sonuçta yıkılır. 2000’lerin başında sosyal patlama konusu çok konuşulurdu. Ben de o zaman söylemiştim. ‘Ülkeler, toplumlar balon gibi, bomba gibi patlamaz, içe doğru patlar ve çürüyerek yok olur’ diye.
Bugün olan bu. Sözün yetmeyeceği bir ahlaki çürüme bu. Ben umut sözcüğüne inanmıyorum. ‘HepBeraber: Kalpsiz Bir Dünyaya İnat’ kitabında da yazdım, ben inanç sözcüğünü tercih ediyorum. İnanç, umut olmasa bile bizi ayakta tutar. Daha iyi olabileceğimize dair inancı yitirdiğimizde kaybederiz aslında. Bugün inancı tazelemek için bize “Yapabiliriz. Hala yapabiliriz!” diye bağıran ve kendini bu yola adamaya hazır liderler lazım. Sadece siyasi liderlerden söz etmiyorum, toplumsal hayatta böyle liderler lazım.
Kötülük, Kötülükle Değil, İyilikle Yenilir
Bu ana hatlarıyla bir iktidar sorunu mudur yoksa çürüme muhalefetinden medyasına, kültür sahasından sıradan vatandaşın günlük hissiyatına sirayet eden bir topyekün kırılma mı?
Çürüme tabii ki. Ama şöyle düşünmek lazım. Hala bu çürümeye karşı olanlar çoğunlukta. Yeterince sesleri çıkmıyor olabilir ama çoğunluk hala bizde.
Zaten inanç derken biraz da bundan söz ediyorum. Çok kırılmış, yıpranmış, yorulmuş olsak da bir tarafımız hala inanıyor. İnsanın özünde güzel olduğuna, olabileceğine inanıyoruz. Yoksa memleket çoktan topluca intihar girişimlerine tanıklık ediyor olurdu.
Ben inanıyorum, aniden değişebilir her şey. Şöyle düşünmek gerek: Hukuk, yani insanlığın beraber yaşamak için icat ettiği minimum ahlakın temel kuralı şudur: İyi niyet. Yani hukuk insanın temelde iyi niyetli olduğunu varsayar. Demek ki bizim binlerce yıldır biriktirdiğimiz bilgi şunu söylüyor: İnsan iyidir. Aslında iyi olduklarını toplumlara, insanlar hatırlatacak şeyler söylemek lazım. Kötülük, kötülükle yenilmez, iyilikle yenilir.
Bazı Entelektüeller Gözlerinin Çıkarılmaması İçin Gözlerini Kapatmayı Seçti
Sana bu soruları yazarken, Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun Ekonomi Nobeli kazandığı haberleri düştü ajanslara. Aziz Sancar, Orhan Pamuk, Nuri Bilge’nin sinemada aldığı gurur verici ödüller. Velhasıl uluslararası alanda da parlak zihinlerimiz var ne mutlu ki. Ve fakat onların, daha doğru bir ifadeyle bilim kültür ve sanat entelijansiyasının memleket meselelerine biraz mesafeli durduğunu görüyoruz. Bu, yaşanan totaliterleşmenin sonucu mudur yoksa ‘hizaya getirilen’ medyada biz mi duyamıyoruz seslerini?
Hizaya girmek, Hannah Arendt’in kavramı, Nazi Almanya’sında aydınların daha emredilmeden hemen iktidarla hizalanmasını anlatır.
Türkiye için bu kavramı çok kullandım zamanında. Ama şimdi Osman Kavala cezaevindeyken mesela, sanırım bu kavram için artık geç.
O hizalanma 2002’de başladı, 2010’a kadar devam etti. 2010’dan sonra, Ergenekon döneminde hukuk kuralları hiçe sayılırken korku başladı. Hizalanma emredildi yani.
2013’te de iktidar, emrine uymayanların hakiki anlamda gözünü çıkardı. Kaç kişi gözünü kaybetti Gezi’de? Bazı entelektüeller de gözlerinin çıkarılmaması için gözlerini kapatmayı seçti.
Şu anda Türkiye’de Nazi Almanya’sında da görülen ‘içe göç’ süreci var. İnsanlar susuyorlar, bekliyorlar. İktidarın yalpalamasını bekliyorlar. Kimse kendini feda etmek istemiyor. Ülkeden ayrılmış biri olarak bu tutumu yargılamak benim haddime değil. O iç göçe dayanamayanlar da, tıpkı benim gibi, dışa göç ediyor.
Sanırım depremden sonraki seçimde aydınlar arasında ve genel olarak toplumda bir kırılma oldu. Bir tür “Müstahaksınız” hissi. Bir derin küskünlük. O küskünlük politik tutumları çok etkiledi, etkileyecek de.
Bizim Aslında Evimizi Çaldılar. Bu İktidar Bizi Evsiz Bıraktı
Ülke muazzam bir suç ve şiddet sarmalı içinde maalesef. Ne oldu da Türkiye yirmi senede bütün kadim fabrika ayarlarından bu kadar hızla uzaklaştı?
Hızla değil, dediğim gibi son elli yılda zorla uzaklaştırıldı. O yüzden herkes eski Türk filmlerini izleyip o ev hissini yeniden yakalamaya çalışıyor.
Evimizi kaybettik, hem ahlaki olarak, hem politik olarak. Bizim aslında evimizi çaldılar. Bu iktidar bizi evsiz bıraktı ve bunu çok çeşitli seviyelerde yaptı. İnsanlar hala kendi evinde, mahallesinde, şehrinde yaşıyor olabilir ama derin hissimiz sanırım evimizin elimizden alınmış olma hissi.
Erkek Bir İşe Yaramadığını Gördüğünde Kadına Saldırıyor
Ve elbette artık bir toplumsal kanser haline gelen kadına şiddet, kadın cinayetleri. Bu konuda bilhassa çok hassas olduğunu biliyorum. Teşhisin nedir, ve eğer bir çözümü varsa tedavi önerilerini bizimle paylaşır mısın?
Bu global bir mesele. Faşizmin yükselişiyle ilgili. Erkek egemen ideoloji faşizmin yancısıdır, hep beraber dolaşırlar. Ama bir yandan da bir erkeklik krizi var. Dünya tarihinde ilk kez kadın bu kadar güçlü. Bu güç, bir sistemi tehdit ediyor. Erkek kendine soruyor: Ben ne işe yarıyorum? Bir işe yaramadığını gördüğünde de kadına saldırıyor. Erkek gücünü yitiriyor ve bunun paniğiyle kadına saldırıyor. Bu global bir savaş, kadına karşı bir savaş. Türkiye özelinde de, bütün kadın örgütlerinin söylediği gibi, cezasızlık ve iktidarın dayattığı gerici değerlerin hukuku ele geçirmiş olması.
Daha da Zalim Bir Düzen Kurulacak Bu Utançsızlıkla
Ortadoğu’da herkes nefeslerini tutmuş bütün bölgeyi ateşe atacak bir savaş bekliyor. Nedir bunun derinlerde yatan kodları?
Savaş sürüyor zaten. Bir soykırım yaşanıyor Filistin’de. Bazen Batılı güçlerin belli bir enlemin altındaki nüfustan vazgeçtiğini düşünüyorum. Serbest Pazar ideolojisi, dünya ekonomisine katkısı olmadığını düşündüğü nüfustan vazgeçiyor. On beş yıl kadar önce şehir yoksulluğu ile ilgili bir yazı dizisi yapmıştım. Şehirlerin artık yoksullara ihtiyacı olmadığı için onları şehir dışına sürgün ettiğini -kentsel dönüşüm- yazmıştım. Aynı şey şimdi global düzeyde oluyor. Ama Gazze dünyanın sinir sisteminin merkezi. İşler istedikleri gibi gitmeyecek ve daha da zalim bir düzen kurulacak bu utançsızlıkla.
Amerika Kötünün İyisini Seçmeye Zorlanıyor
Bunu pazar sohbeti yaptığım tüm isimlere soruyorum. Senin gözünden bundan sonraki Türkiye, Ortadoğu ve elbette dünya dengeleri bir on yıl sonra nasıl görünüyor? Bir ütopya kaldı mı elimizde yoksa artık distopyalar çağına mı girdik hep beraber?
Tam pazar sorusu 🙂 Ben de pazar tadında cevap vermeyi seçeyim o zaman…
On yıl sonra sen ve ben muhtemelen Ayvalık tarafında rakı içip güleceğiz. Gülebiliyor olacağız. Yine dert olacak, iktidarı eleştireceğiz, tatlı dedikodular yapacağız, şimdi on yaşında olan çocuklar bizi hiç anlamayacak yirmilik gençler olarak.
Benim küçük bahçeli bir evim olacak, yandaki eski taş binada da genç kadınların Türkiye tarihini yeniden ve kadın gözüyle yazdıkları vakfım olacak.Kapısında şöyle yazdığını düşünüyorum: “Vardım. Varım. Var olacağım.” Rosa Luxembourg’un lafıdır.
Ağrılarımızı, ilaçlarımızı anlatacağız birbirimize. Memleketin bu hale gelmesine katkısı olan eş dostu affetmiş olacağız ama onları şakalarımızla sinir etmekten bıkmayacağız. Sen yeni bir mekân açmayı düşünüyor olacaksın, ben de yeni bir kitap yazmayı. Böyle olacak. İnanmalıyız.
Zamanla Anlıyorsun ki Dönmek İmkânsız Bir Şey
ABD seçimleri yaklaşıyor ve dünya gözlerini bir kez daha Amerika’ya çevirmiş durumda. Trump ve Harris arasındaki bu çekişmeyi nasıl değerlendiriyorsun? Sence bu yarışta kim ipi göğüsler? Seçimin sonucuna göre, Türkiye ve ABD ilişkilerinde nasıl bir değişim beklenmeli?
Yakın zamanda analistlerle konuştum Hamburg’da Bosch Forum’da. Obama’nın eski danışmanı Ben Rhodes da aynı şeyi söyledi konuştuğumuzda. Kimse bilmiyor. Saçma bir seçim sistemleri var, bizimkinden de kötü, dolayısıyla kimse bilemiyor. Ama Amerika kötünün iyisini seçmeye zorlanıyor, tıpkı son yirmi yıldır bütün Avrupa’da ve Türkiye’de olduğu gibi. Bu, demokrasinin bugünkü trajedisi zaten.
Yaşanan tüm zorluklara ve değişimlere rağmen, içinde hâlâ bir Türkiye özlemi taşıyor musun? Yoksa, artık kendini sınırların ötesinde, “bir dünya vatandaşı” olarak mı görüyorsun? İçindeki memleket duygusu zamanla nasıl bir dönüşüm geçirdi?
Zamanla anlıyorsun ki dönmek imkânsız bir şey. Çünkü özlediğin sadece bir yer değil, bir zaman. Hatırlamak ise geçmişe kaleydoskopla bakmak gibi. Her an başka bir desen görüyorsun, bazen çok çirkin şeyleri hatırlıyorsun, bazen en güzellerini. Bu Odysseus’dan beri çözülememiş bir mesele. En özlediğim şeyi söyleyeyim, hiç değişmeyen: Marina Restaurant’ta güneş batarken dostlarla lüfer yemek ve beraber Türkçe gülmek.
Türkiye’nin genç kuşağına baktığında, sosyal medya ve dijital dünyayla şekillenen yeni bir nesil görüyorsun. Bu nesil sence nasıl bir gelecek inşa edecek?
Ben onlara inanmayı seçmek taraftarıyım. Ellerindeki imkanlarla, içine sürükledikleri imkansızlıklarla en iyisini yapmaya çalışıyorlar. Ama dünyada bir işlevlerinin olmadığını hissetmek sanırım en büyük dertleri. Anlam yoksunluğu her şeyden daha korkunç. Onlara bir anlam öneren liderlere ihtiyaçları var. Çünkü gençler her şeyden daha çok bir anlama adanmaya ihtiyaç duyarlar.
Anneme Telefon Ettim, “Ben Geri Dönmüyorum” Dedim
Berlin’den dünyanın merkezlerine baktığında, hangi ülkenin ya da bölgenin gelecekte küresel liderliğe aday olabileceğini görüyorsun? Batı’nın etkisi giderek azalıyor mu?
Batılı anlamda liberal demokrasi elinde kalan son moral üstünlüğünü de Gazze ile sonsuza kadar kaybettiği için sanırım şu anda çok merkezli dünyanın kuruluş sancılarını yaşıyoruz. Ekonomik anlamda sarsılan Batı merkezli dünya artık moral ve politik olarak da üstünlük illüzyonunu kaybediyor. Maalesef ilginç zamanlar bize denk geldi.
İklim krizine yönelik çözümler giderek daha fazla tartışılıyor, ancak politik olarak hala büyük adımlar atılmıyor. Senin bu konuda umudun kaldı mı?
Benim umudum önemli değil, ama bu işle ilgili projeksiyonlar yapan bilim adamlarının pek umudu yok. Bu yüzden dünya sığınaklar kurma yolunu tuttu. En zenginlerin hazırlandığı senaryo en kötüsü. Daha az zenginlerde kurulacak sığınaklarda kendilerine yer bulmaya çalışıyor. Acıklı bir durum.
Bir yazar olarak, dünyayı ve hayatı anlamlandırma çabasında nasıl bir rol üstlendiğini hissediyorsun? Yazmak, sana bu anlamda nasıl bir özgürlük sunuyor?
Hep derler ya Türkiye’de birey olmak zordur diye. O klişenin doğru bir tarafı var. Ne zaman bir yazar olarak söz söylesen bir ülkeyi temsil ettiğin duygusu ne söylediğini belirliyor. Sanırım ülke dışına çıktıktan sonra bağımsız bir aydın olmak nedir üzerine daha netleşti kafam. Sadece iktidardan bağımsız değil, aynı zaman da seni biçimlendiren dar kafalı değerlerden de bağımsızlaşmaya başlıyorsun. Yıllar geçince anlıyorsun ki Türkiye’de aydın olmanın en kısıtlayıcı tarafı bu. Benim hiç “takımım” olmadı. Bunun zorluğu hiçbir örgütün seni sahiplenmemesi ve zor zamanında yalnız kalmak. Ama gerçek bağımsızlığın bedeli de bu. Ödülü ise her zaman daha büyük.
Bir Kadın Gençliğine Şefkatli Davranmalı
Hayatının çeşitli dönemlerinde büyük riskler aldın, sesini yükselttin, hatta hedef gösterildin. Bu süreçlerden geçerken seni en çok ne ayakta tuttu?
Hiçbir şey 🙂 Tunus’ta, 2012’de işten atıldıktan sonra başlayan dev saldırı – ki bir yıl sürdü o- sırasında ağlamaktan ayakta duramayacak hale geldiğimi, evde emeklediğimi hatırlıyorum. En derin anlamıyla söylüyorum, kalbim kırıldı. Beni hayata döndüren şey o günlerde yazdığım ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ romanı oldu. Bu ay sonu Londra’da İngilizce oyunu başlayacak. Ezcümle, beni kurtaran şey güzel şeyler yaratmak ihtiyacı ve yeteneği. İnat meselesi.
Yazar olarak her zaman toplumun sesi olmaya çalıştın. Peki, kendi iç dünyanda seni en çok etkileyen kişisel değişim ne oldu? Hayatını kökten değiştiren bir an ya da kararın var mı?
Bir sabah, üç günlüğüne gittiğim Zagreb’de kalma kararı. 2016 Kasım’dı. Herkesin gözaltına alınmayı beklediği zamanlar. Bir pantolon ve iki gömlekle gelmişim Zagreb’e ve ilk kez “Sabah beşte gelebilirler” diye uykum kaçmamış. Sabah uyandım ve anneme telefon ettim, “Ben geri dönmüyorum” dedim. Aniden İngilizce yazmaya karar verdim. Sıfırdan başlamak, biriyken hiç kimse olmayı seçmek. Korku ile cesaret arasında içgüdüsel bir seçim yapmak. Benim hayatımı değiştiren şey o gece uyunan uykudur.
Tayyip Bey’e En Çok Bu Yüzden Kızıyorum. Hiç Çocuk Yapacak Kadar Güvende Hissetmeme İzin Vermedi
Türkiye’de birçok insan seni bir sembol olarak görüyor. Sen kendini nasıl tanımlıyorsun? Yazar, gazeteci, aktivist ya da sadece bir anlatıcı mı?
‘Ben’ bir zamir değil, bir fiil. Herkes için böyle biraz. Değişen dönüşen bir şey. Ama ben şiirden geldim, sonunda şiire dönerim herhalde. Kendimi bir göz olarak tanımladım hep. Gördüğüm şeylerin onları anlatmamı istediği bir ses oluyor, bu bazen politik düşünürün sesi, bazen bir şairin. Evet, sanırım ben sadece bir çift gözüm.
Yazarken zorlandığın, sürekli geri dönüp düşündüğün bir tema var mı? Bir yazarda, sürekli dönüp tekrar ettiği ve çözmeye çalıştığı sorular olduğuna inanır mısın?
O tema benim için ev. Ev ve yol karşıtlığı. En başından beri böyle. Sekiz yaşında yazdığım şiirlerden bugüne kadar. 2026’da – ölmez de yaşarsak- ev ile ilgili yazdığım bir kitap yayınlanacak. 21. yüzyılda evi yeniden düşünmek üzerine bir kitap ama kişisel bir tarafı da var. Benim hayatım da hep ev ile yol arasında bir çekişme olarak geçti. Yolu yazdım, evi özledim. Evi yazdım, yolu özledim. Böyle de devam edecek belki. Ayvalık’a kadar 🙂
Bir kadın gençliğine nasıl davranmalı?
Bazılarımız için bunu öğrenmek çok zor ama bir kadın gençliğine şefkatli davranmalı. Ben hala öğrenmeye çalışıyorum.
Bütün kadınların kafası neden karışıktır?
İnsan oldukları kabul edilmediği için. Kendilerini eksik sanarak büyütüldükleri için.
‘Enseyi karartın… Hayatın bir kıvamı var’ demiştin, İçerden kitabında… O kıvamı buldun mu sen?
‘Enseyi beraber karartın, sakın yalnız yapmayın’ diye ekleyeyim. Dostlar varsa kıvam vardır. Biri muhakkak herkesi ayağa kaldıracak bir espri yapar.
İçine Biri Kaçmış, yazında bir bebeğin annesiyle ilk kavuştuğu anı o kadar çarpıcı anlatmıştın ki… Gözlerim dolu dolu olmuştu okurken… Bu dünyaya bir çocuk getirme hevesin var mı senin? Ne düşünüyorsun annelikle ilgili?
Tayyip Bey’e en çok bu yüzden kızıyorum. Hiç çocuk yapacak kadar güvende hissetmeme izin vermedi. Sonra da zaman geçti zaten.
“Türkiye senden özür dilemese de kendi kendine affettiğin baba gibi” Bir röportajında okumuştum bu cümleni… Hala böyle mi düşünüyorsun Ece?
Türkiye’nin benden önce özür dilemesi gereken milyonlarca insan var. Ama babaları bazen sadece bir babayı sevmeye ihtiyacımız olduğu için severiz. Bazen olayın onlarla hiç ilgisi yoktur 🙂