Yazar Yonca Tokbaş: “İyileşmek için arkama bakmadan koştum”
Uzun yıllar parçası olduğu kurumsal hayatın ardından bugün kendini eğitmen, yazar, koşar ve arısever olarak nitelendiren Yonca Tokbaş, Koşmak ve Kendini Bulma Sanatı adlı kitabıyla karşımızda. Literatür Hayat serisinden yayımlanan kitabında Tokbaş, kendini tanıma ve gerçekleştirmenin bir yolu olarak koşmanın felsefesini tartışıyor
“Şu iki ağaç arasında koşsam kimse görmez” diye başlayan bir oyunu, ultra maraton koşmaya kadar vardıran, ruhu ile bedeni arasındaki mesafeyi koşarak kat etmeyi hedefleyen Yonca Tokbaş, Koşmak ve Kendini Bulma Sanatı adlı kitabında koşmanın felsefesini kendi hayat hikayesiyle birleştiriyor. Koşmanın yol bitirmek değil, yolun kendisi olduğunu savunan yazar istemediği işleri, terk etmesi gereken yerleri, oturmak istemediği masaları nasıl geride bıraktığını, nasıl koşup uzaklaştığını samimiyetle anlatıyor. Koşarken kazandığı başarılar ve yüzleştiği başarısızlıklar, sakatlık ve iyileşmelerle önemli hayat ipuçları içeren kitabını Tokbaş ile konuştuk.
Koşmak ve Kendini Bulma Sanatı’nın fikri fikri nasıl doğdu? Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Hayatımın çok sevdiğim bir döneminin kaydını tutup, bir “miras” bırakma tutkumdan. Anı kitaplarını, gerçek hayat ve yol hikayelerini çok sevdiğimden. Anı kitapları bir dönemi, insanlarını, yaşanılanları öyle güzel anlatır ki, ben de tüm duygularımı, hüsranlarımı, dertlerime kendimce bulduğum çözüm yollarını, “yok artık bunu da yaptım!” diye çok güldüğüm şapşallıklarımı olduğu gibi yazmak istedim. Koşarken yaşadıklarımı ve yaptıklarımı unutmak istemiyorum. Kitabımı elime alıp başka bir yazarın kitabıymış gibi okumak fikri hoşuma gitti. Üstelik ben koşmaya karşıydım. Sanırım, en çok kendime karşıydım. Başkalarından yana, kendime karşı. Ne oldu da birden koşmaya başladım ve koştukça koştum yazıp anlamak istedim. Koştukça yüzüm gözüm bedenim ruh halim, işlerim, ailemle ilişkilerim değişmeye başladı. Bana ne olduğunun muhasebesini açık ve mert yazmak iyi olur diye yazdım. Yazarken çok güldüm, çok ağladım. Okurken de çok gülüp çok ağlıyorum. Büyük rahatlama. Bu kitabı kesin yazma kararımı ise, 2016’da, Likya Yolu Ultra Maratonu’nun 256 km’lik yarışına başlamadan önceki gece verdim. Ne olursa olsun, her şeyi olduğu gibi yazacağım dedim. Kitap yazmak, 8 yıl süren, çok etaplı bir tür ultra maratona döndü. Editörüm Mesut Varlık lafı hiç uzatmadan kitabımın, pıt diye özüne dönmesi gerektiğine dair noktayı koyunca, kitap bitişe koşar adım geldi ve 4 ayda hop bitti. Kitabıma gelen yorumlarla bayılıyorum. Bir ay oldu ve biz 2. baskıya gidiyoruz bile! Ben duruyorum kitabım koşuyor. Bir de, ülkemde insanların, olağanüstü işler yaptığını belgelemek istedim. Türkiye’de eşsiz rotalarda benzersiz organizasyonlar yapıyor. Dışarıya gitmeden önce, kendi yollarımızı keşfe çıkmayı özendirmek istedim. Yurt dışında onca maraton ve yarış koştum, bizde olan sorun her yerde var, her yerde olan güç ve cesaret bizde de var. Sadece spor için de geçerli değil bu söylediklerim. Kitabım bunları anlatan bir kaynak aynı zamanda. Çince, Japonca, İngilizce, Fransızca, Almanca basıldığında, ülkeme geri dönüşü çok yönlü olacak. Bunları hayal ederek, düşünerek yazdım. Literatür Hayat’la böyle bir ortak amaçla rengarenk bir yolculuğa -ultra maratona- çıktık.
“Koşmaya başladığımda içimden çıkan kadına çok şaşırdım”
Koşmak hayatınızın odağına nasıl yerleşti?
Koşmak odağıma yerleşmedi. Koşmak benim yol arkadaşım, bana yardımcı olan bir araç oldu. Yavaşlığa, durmaya olan ihtiyacımı karşılamama, anlamama yardım etti. Herkesin kendini geliştirme, iyileştirme yolu kendine has. Ben, koşarak kendimi iyileştirmeye çalıştım. Hâlâ çalışıyorum. Dahası, yol uzun ve sonsuz. Koşmak zor zamanda gelip elimden tutup beni ormana götürüp yanına oturttu. Ben de şöyle bir durup nefes aldım. Ağaçların kokusu, ormanın sesi içimi açtı. Dışa değil, içe ve kendi doğamıza dönüş çok anlamlı bir yolculuk. Başlarken koşunun beni nereye götüreceğini hiç bilmiyordum. Kendi derdime kulak asmamak için koşmuş olabilirim. Feci gafil avlandım. Koşmaya başladığımda içimden çıkan kadına çok şaşırdım; yapabildiklerime şaştım kaldım. Duygularımı daha güçlü bir sesle dile getirebildikçe, daha da koşasım geldi. Güven sarsıntılarımı, derdimi dağa taşa anlatınca, insana anlatması, yüzleşmesi kolaylaştı. Dağlar bana o gücü verince, ben dağ oldum, beni üzen şeyler cüce. Gereksiz yere çok önemsediğim kifayetsizliklere gülüp geçmeye başladım. Gel de koşuyla arkadaş olma! Koşmayı çok büyütmek ve insanüstü bir beceri noktasına oturtmamak lazım. Tarihimiz, hatta hâlâ bugün, okula gitmek için sırtında gülle gibi bir çantayla saatlerce karda kışta, selde çamurda giden çocuklar ve öğretmenlerle dolu. Her gün yüklendiği mahsulünü, odunlarını kilometrelerce taşıyan insanlarımız var. Biz en son teknoloji malzemelerimizle, yolda suyumuzu veren, bizi alkışlarla karşılayan organizasyonlarla koşmaya çıkmışız bir şey mi… Kitabımın hatırlatmasını istediğim şey, o kırılgan yürek, o beden, o zihin ve dayanıklılık her insanda, bu toprakların geninde var.
Kitabınızda modern zamanda kadına yüklenen sayısız misyonu ve kendi hayatınızdaki yansımalarını samimiyetle anlatıyorsunuz. Başarılı kadın beklenti ve baskısı sizde kendini nasıl gösterdi?
Bu soruya sadece “kadın” odaklı cevap vermek istemiyorum. Çünkü kadın erkek değil, tüm cinsiyetlere türlü çeşit baskı var. Çocuklarımızdan iş için azıcık “uzak” kaldığımızda, onlara zarar verdiğimizi söyleyenlerle, onları yalnız bırakmamızın çok iyi bir şey olduğunu söyleyenler olurdu. Bu veya benzeri yorumlar her konuda herkese yapılıyor. Sanki hayat müşterek ve inişli çıkışlı değil. Sanki herkesin her şeyi tam, sanki herkes birbiriyle dip dibe olduğu için hiç sorun yaşamıyor veya uzak kalınca herkes perişan. Oysa herkesin hayatı yaşayış şekli kendine has. Ben bu dış sesleri susturacağıma, kendimi susturdum. Sınırlarımı koruyacağıma, sınır aşımına izin verdim. Bunu da koşmaya başlayana kadar hiç fark etmedim. Hata yapmak da insana mahsus. Bunlar suç değil. Ne yapmam gerektiğini, nasıl yapmam gerektiğini bilmiyordum. Çocuktum. Gençtim. Bunları anlayıp da şu şudur diyecek tecrübe ve yaşta değildim. Bütün beklentilere cevap verip karşılayan bir Yonca olmaya çalışmak, bana hiç uymayan şeylere kendimi uydurmaya çalışmak ne takdir getirdi ne de başarı. Tükendim. İnsandan beklenenler doğasına aykırı gibi. Çok fazla beklenti var. Ben, dişiliğimi yok sayarak pek rahat etmedim mesela. Mutlu olmadım. Duygularını yöneten, sadece aklını kullanan bir “şey” yüreklendirilip onaylanıyor, destekleniyor. Ama o da zaten adı üstünde “Yapay Zeka”. Benim kanım canım var. Acıyor. Kanıyor. Duygularımı ortaya koyabiliyorum. Tutarsız ve şapşal olabilirim. Bunları paylaşabilme, anlatabilme becerim var. Her şeyi bilemem. Başarılı ve mutsuz da olabilirim, mutlu ve başarısız da. Canım acırken gülebilirim. Üzülürken bir şey yapamayabilirim. Öfkeliyken de sevimsizim. Doğumda avazı çıktığı gibi bağırabilirim. Doğarken uyuşturuluyoruz, sonra da en ufak sarsıntıda ses çıkart deniyor. Bu ne tutarsızlık yahu. Koşmak antrenman istiyor, biz daha doğup doğururken bağırma antrenmanı yapamıyoruz. Kızma, öfkelenme, sus, ortama uy derken kaslarımız güçsüzleşiyor. Yapay bir şey değilim ki ben. Düşünce dizim kanıyor. Gözyaşım var. Anlayacağın, benim başarı tanımım ile başarılı insan nasıl olmalıdır tanımı uyuşmuyor. Bu benim hikayem ve hissettiklerim. Tek hedef başarılı ve mutlu olmaksa, bu yapay hedef bana pek uymadı işte. Hastalandım. Ben de iyileşmek için arkama bakmadan koştum.
“Koşmak benim durma hakkımı, anda kalma hakkımı verdi bana”
Koşmak ve hayatı yaşamak arasında bir felsefe oluşturmuşsunuz; dura kalka ilerlemek, nefeslenmek, kimi zaman sollanmayı kabul etmek… Koşmak size neler öğretti?
Azıcık rahatlayacak yer ve zaman buldum. Zamanı ve alanı bulunca insan dilediği yöne, hedefe çok daha güçlü ve hızlı gidiyor. Kendi ritmimde, saatimde ilerlemenin iyileştirici gücünü, bunun mümkün olduğunu gördüm. Koşmak benim durma hakkımı, anda kalma hakkımı verdi bana. Koşmak metafor olsun. Yerine ne dilersen onu koy. Ormanın içinde herkes koşup giderken ben hızlı gidemeyip durmak zorunda kalınca, karıncaları izleyip ilham alacak zamanım oldu. En sona kalsam da, başladığım işi bitirmiş sayıldım. Bitirmediğim, yarım bıraktığım bir iş, vazgeçtiğim bir yarışta ayıplanmadım, başarısız olmadım. Dahası biri beni sollasa ne olur. Ben onu sollayacağım diye uçurumdan düşsem, başarı bunun neresinde? Bunları fark edince, şaşkına döndüm. Sonra da, bu ters köşe duygusal antrenman, giderek hayatıma yansımaya başladı. Başkalarının belirlediği tanımlar, hedeflere bağlı ve bağımlı olmaktansa, kendi yolumu seçebilmeye cesaretlendim. Bu seçimlerin sonuçlarına katlanmayı, dayanıklılığı öğrendim. Tek rakibim kendimmişim. Başkalarına bakarak kendimi değerlendirirsem iyileşemiyor, gelişemiyormuşum. Benim nabzım, oksijen seviyem, kas hafızam ve genetik yapıma uygun çalışırsam iyileşme mümkün ve gözle görülür bilimsel bir gerçek. Bırak başkası beni sollasın. Onun bitiş noktası ayrı, benimki ayrı. Benim biricikliğim nedir, koşarak anladım. “Hani maskeyi önce kendimize sonra başkasına” diyoruz ya, doğada koşmak bana bu dersi uygulamalı anlattı. Her şeyin bazılarının sandığı gibi sonuçlanmayabileceğini koşarak öğrendim.
Türkiye’den Dubai’ye taşınma hikayeniz kitabın merkezinde. Bugün memleketinden uzak olanlara, özellikle kadınlara neler söylemek isterseniz, en yakınlarındaki parka gitmek sizce onlara da iyi gelecek mi?
Yalıkavak’ta yaşlı bir teyzeye pişirdiği çiçek dolmalarının ne kadar güzel olduğunu, gurbette bu tada çok hasret kaldığımı söyledim. “Ah be canım Kızım, gurbet çok fenadır. Ben de buraya gurbete gelin geldim,” dedi. “Teyzeciğim senin memleket neresi?” diye sordum. “Gündoğan. Oranın havası suyu insanı buradan farklı. Yalıkavak’a alışmak çok zor geldi kızım bana,” dedi. Yalıkavak-Gündoğan arası haydi 10 kilometre olsun olmasın. O teyzenin dediklerini unutamıyorum. Bazen insan, kendi evinde kendine gurbet düşüyor. Yan komşu olur, sokaktaki kedi olur. Bir günlük tutmak, peçeteye yazmak olur. Artık neyse kendilerine iyi gelecek o “park” işte oraya park etsinler kendilerini. Derdini söylemeyen derman bulamaz. Bir deftere, bir diziye, bir muhabbet kuşuna sığınmak koşmaktır belki de… Kalıplara sığmaya çalışmak ve tek bir çözüm önerisine tıkışmak tak etti canımıza…
“Kalkamamak, kalkmak istememek de bir hak”
Yakın zamanda ayağını kırmış ve henüz yeni iyileşmiş biri olarak özellikle yaşadığınız sakatlık ve devamındaki cesaretiniz beni çok etkiledi. Koşmak, düştüğümüz yerden kalkarken bize neler öğretiyor?
İnsanın ayağı kırıldı mı kanatları da kırılıverir. Ben ayağım kırıldığında doktorun dediklerini yapmak istedimse de yapamadım. Çevremdekilerin bana neyin iyi geleceğine dair başka fikirleri vardı. Elim kolum bağlı olunca kendimi dinleyemedim. Sakatlığım beter oldu. Çok kızgındım. Ben cesaretten değil, öfkemden bu sesleri duyamayacağım yere koşarak kaçtım. İnsan kırılınca düşünecek zamanı oluyor. İçgüdülerine dönüş şansı oluyor. Otur-Gözle-Uyu. Ye- Dua Et-Sev gibi oldu. Uyanma reçetesi gibi. Herkes düşebilir. Hiçbirimiz ayrıcalıklı değiliz. Hepimiz biriz. Koşmak bana her şeyin hem sıradan, hem de bir o kadar olağanüstü olduğunu gösterdi… Kalkamamak, kalkmak istememek de bir hak. Koşmak, düşünce ayağa kalkamayabileceğimi veya ancak ben hazır olunca kalkacağımı ve bunun da insanca bir şey olduğunu öğretti. Kalkmak için zamanım var, demeyi öğretti…
Kaynak: Oksijen / Nazlı Berivan Ok