Zülfü Livaneli: “İnsan Soyu Şiddete ve Yok Etmeye Yatkın.”
Geçenlerde Fransa’da, çağın en büyük yazarlarına 20’nci yüzyılın en önemli kitabını sordular. Yazarlar oy çokluğuyla Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabını seçti. Gerçekten de Remarque’ın bu başyapıtı savaş denilen korkunç çıldırmayı en iyi anlatan romanlardan birisidir. Ben onun yanına Curzio Malaparte’nin “Kaputt”unu da koyarım.
İnsan soyunun en korkunç eylemi öldürmek, en kötü huyu ise alışmak. Savaş denilen toplu cinayete alışıldığı ve bu davranış, insan özelliklerinden biri sayıldığı için haber bültenlerinde duyduğumuz savaş haberlerini kanıksamışız. Sanki savaşsız bir dünya mümkün değilmiş gibi geliyor.
Oysa savaş bir sapmadır, sapkınlıktır. İnsan topluluklarının kitle imha silahları imal ederek birkaç yıl içinde milyonlarca genci yok etmesi, normal bir aklın kabul edemeyeceği bir çılgınlıktır.
Savaş olgusunu, insan evrimi sırasında beyincikteki bir sapmaya bağlayan Arthur Koestler gibi düşünürler de var, yok ediciliğin insan yaradılışının temel bir dürtüsü olduğunu öne süren Sigmund Freud gibi bilim adamları da… Hele Freud, savaş sonucunda yerinden yurdundan olup, çene kanserinin korkunç acıları içinde, ağzında demir kelepçelerle yaşamak zorunda bırakıldığı Londra’da bir bilim adamı olarak hipotezinin doğrulandığını görmenin tatminini yaşıyordu.
Evet, insan soyu şiddete ve yok etmeye yatkın. Bunu hepimiz görüyoruz. Mesela televizyonlarda, insan bedeninin olağan bir parçası olan kadın memesi sansürlenirken, insanın insana uyguladığı akıl almaz dehşet serbestçe gösteriliyor.
Dünyada soyun devamı için gerekli olan ve herkesin yaptığı cinsel eylemlere ait imalar bile yasaklanırken, makineli tüfeklerle insanların biçildiği, kafaların koptuğu, gözlerin oyulduğu sahnelere hiç itiraz yok. Oysa sevişmenin nihai sonucu dünyaya bir canlı getirmektir, şiddetin sonucu ise o canlıyı yok etmek. Akıllı bir dünyada hangisi yasaklanır dersiniz?
Kutsal kitaplar bile savaş hikâyeleriyle, gırtlağından mızraklanan, kolu kesilen, ateşe atılan insanların hikâyeleriyle dolu. Bu eylemlerin bazıları, kahramanlık öyküleri olarak övgüyle anlatılıyor.
Toplum ahlakında, mekâna ve zamana bağlı olarak “öldürme” eylemi yüceltilir. Vatan, namus, mahalle, futbol takımı, ırk vs. gibi binbir sebep icat edilerek bir insanın yaşamına son vermek ululanır. Mesela Türkiye hapishanelerinde katiller büyük saygı görürler. Diğer suçlardan yatanlar aşağılanırken, adam öldürenler “Üç leşi var”, “Beş leşi var” sözleriyle “ağır abi” sıfatına layık görülürler. Oysa öldürülen insana “leş” demek ya da herkesin kullandığı biçimiyle “temizlendi” diye anmak ne aşağılık bir tavırdır.
Hayvanlar da öldürür ama sadece doymak için. Eskişehir’de şiddet oyunlarıyla çıldırarak insan avına çıkan genç gibi, zevk için öldüren tek canlı insandır. Kitle kıyımı yapıp kendi türünü de yok eder. Bu korkunç eylemi allayıp pullamak için bandolar marşlar çalınır, heyecanlı nutuklar atılır, şiirler, kitaplar yazılır. Bütün bunların tek amacı, genç insanları kurşunların, şarapnellerin önüne sürmektir.
Barış kültürü
Kültür, kendi başına bir barış eylemidir. Savaştan yana sanatçılara da rastlanmıştır ama genel olarak sanat, savaşa düşmandır.
Geçenlerde Fransa’da, çağın en büyük yazarlarına 20. yüzyılın en önemli kitabını sordular. Yazarlar oy çokluğuyla Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabını seçti. Gerçekten de Remarque’ın bu başyapıtı savaş denilen korkunç çıldırmayı en iyi anlatan romanlardan birisidir.
Ben onun yanına Curzio Malaparte’nin “Kaputt”unu da koyarım. Tolstoy “Savaş ve Barış” romanında Borodino Savaşı’nı anlatırken, Stendhal’in tekniğine yaklaşmıştır.
Aslına bakarsanız Homeros’tan bu yana savaştan söz etmemiş yazar pek azdır. Bizim edebiyatımızda Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal gibi yazarlar savaştan nefret eden yapıtlar ortaya koydular. Ama aynı zamanda bu isimlerin de dahil olduğu birçok barışsever edebiyatçımız, Kurtuluş Savaşı’nı öven yapıtlar yayınladı. Bu bir çelişki değil mi? Bence değil. Çünkü bazı durumlarda -ki buna nefis müdafaası diyebiliriz- savaş kaçınılmaz oluyor.
En çarpıcı iki örnek, evimizi işgal etmiş olan düşmana karşı verdiğimiz haklı Kurtuluş Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa’da faşizme ve Nazizm’e karşı verilmiş olan savaştır.
Arthur Miller, bu konuda İstanbul’da yaşadıkları bir tartışmayı anlatmıştı. Boğaz’da bir grup aydınla yemekte buluşmuşlar. Söz dönüp dolaşıp savaşlara gelmiş ve “Hiçbir savaş iyi olamaz” diye bir tez atılmış ortaya. Arthur Miller ise buna itiraz etmiş ve Hitler’e karşı çarpışan Amerikan ordusunun iyi bir iş yaptığını, mazlumları zulümden kurtardığını öne sürmüş. Kendi oğlu da o savaşa katılmış. Fakat bu görüş bizim aydınların hoşuna gitmemiş ve epey tatsız bir biçimde ayrılmışlar.
1986 yılında Frunze’de -şimdiki adı Bişkek- buluştuğumuzda bana bu anıyı aktarmış ve epey üzüldüğünü söylemişti.
Belki de zalime karşı savaşla, mazluma karşı savaş ayrımı yapmamız gerekiyor ama sorun buna kimin karar vereceğinde.